“Nasıl bir kent istediğimiz sorusu, nasıl insanlar olmak istediğimiz, nasıl ilişkiler aradığımız, doğayla nasıl bir ilişkiye değer verdiğimiz, nasıl bir hayat tarzı arzuladığımız, ne tür estetik değerlere sahip olduğumuz sorularından ayrı tutulamaz” David Harvey
Türkiye'de özellikle 2000'li yılların başından itibaren kentlerin ana gündemini “kentsel dönüşüm” oluşturmaya başladı. Yerel seçimlere doğru siyasal partilerin büyük bir çoğunluğu bu kavramı ana slogan haline getirerek kendi meşruiyetini sağlamaya çalıştı. Bu kapsamda 2000'li yılların başından itibaren birçok yasal düzenleme oluşturuldu. Yapılan yasal düzenlemelerden en kapsamlısı ise yakın bir zaman önce çıkan Afet Riski Altındaki Alanların Dönüşümü Hakkında Kanunudur. Bu kapsamda “kentsel dönüşüm” kavramı her ne kadar iyi şeyler çağrıştırsa da mevcut pratiklerine baktığımızda kavramın sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde biçim aldığını belirtmek gerekmektedir. Kısacası yaşam alanlarımız sermayenin taaruzuna maruz kalmış durumda.
Sermayenin kentsel mekan üzerinde önemli bir müdahale aracına dönüşen “Kentsel Dönüşüm” mevzusunu sağlıklı bir şekilde değerlendirmek için kapitalizmin temel mantığını anlamak gerekmektedir. Kentleşme sürecinin kendisini tarihsel-sınıfsal bir süreç içerisinde değerlendirdiğimizde kapitalizmin kentsel mekan ile son derece organik ilişkilerinin olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Kapitalist sistemin içine düştüğü krizlerden kurtulmasında ki “başarılarından" biri mekanı keşfetmesidir. Kentsel mekan kapitalizmin laboratuvarı olmaktadır. Krizlerden çıkma uğruna “akıl dışı” olan mevcut toplumsal bütün süreçleri ya ortadan kaldırıyor ya da yeni dönemin ihtiyaçlarına uyumlu hale getiriyor. Böyle bir çerçeveden değerlendirdiğimizde kentsel dönüşüm sürecinin dışardan görüldüğü gibi “çöküntü” alanlarının temizlenerek yeniden topluma kazandırmak olmadığı, sermaye birikiminin dinamikleriyle açıklanabileceği gerçeği ortaya çıkıyor.
1980 sonrası devreye giren neoliberal iktisat politikaları aracılığıyla sermaye gözünü yeniden kent toprağına dikmiştir. Uygulanan politikalar nedeniyle özellikle metropol kentlerde birçok sanayi alanı ve emekçi mahallesi sahip olduğu ranttan kaynaklı “kentsel dönüşüm” aracılığıyla müdahaleye uğramıştır. Yeni dönemde rantı yüksek her alan bu süreçten nasibini alacaktır. Bu sürecin kazanan ve kaybedenenini kuşkusuz mücadele gösterecek.
Ekümenopolis'te Anlatılan Senin Hikayendir!
Yaklaşık iki yıl kadar önce Türkiye'de yaşanan kentleşme sürecini konu alan oldukça başarılı bir belgesel gösterime girdi. Belgeselin adı Ekümenopolis. Dünyada ve Türkiye'de birçok film festivalinde, üniversitede, mahallede şehircilik kongreleri gibi kentleşme üzerine birçok sempozyumda gösterilen belgeselin yönetmenliğini İmre Azem, yapımcılığını ise Gaye Günay üstleniyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan günümüze kadar yaşadığı sınıfsal dönüşümler dikkate alınarak bu sürecin İstanbul kenti özelinde özelinde yaşanan pratiğin nedenleri ve sonuçları masaya yatırılıyor.
“Kentsel dönüşüm” kelimesinin kapitalist sistemin efendileri tarafından yaldızlı bir çerçeve içinde sunmakta ısrar ediyor. Sulukule, Fener-Balat, Ayazma, Tokludede, Dikmen Vadisi vb. birçok mahallede emekçiler daha insanca bir yaşam alanı için mücadele veriyor. Ekümenopolis'te mücadelenin önemi neredeyse her karede anlatılmış. Mücadele edilmediği takdirde böylesine hızlı büyüyen bir kentin(kentlerin) birgün hepimizi yutacağı uyarısı bulunuyor.
Ekümenopolis'te göçe mecbur bırakılan insanlar, alt yapı hizmetinden mahrum bırakılmış mahalleler, kültürel birlikteliği yok edilmeye çalışılanlar, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmasıyla finansal merkez olma yolunda atılan adımlar, kara ve karanlık bir emlak borsası, yok edilen ormanlar, siyasi kararlarla yaratılan yeni yerleşim alanları, üçüncü köprü ve Marmaray projelerinin ardında yatan dinamikler, TOKİ’nin avcuna bırakılan insan hayatları, AVM’ler, gökdelenler, yeni otoyallar, köprüler, gittikçe şişmanlayan her devrin adamları, küresel kent aldatmacası, çıkarılan yasa ve yönetmelikler... Süreç böyle devam ettiğinde uzmanlar tarfından çok kısa bir zaman içinde nüfusun görülmedik şekilde artmasına, yolların başa çıkamayacağı araç sayısına, gökdelenlerden kaynaklı nefes alamayacak duruma geleceğimizi, ekolojik yapının altüst olacağını kısacası açlık, yoksulluk, işşizlik ve sefaletten başka bir şey getirmediği anlatılıyor. Anlatılan senin hikayendir!
Sonuç Yerine
Yukarıdaki yazgıyı değiştirmek işçi sınıfının elinde. Yeter ki ortak aklı ve bilinci oluşturabilelim. Kentsel hareketlilikleri sınıf mücadelesinin asli bir parçası olduğunu düşünmeye başladığımız anda yeni güne daha güçlü ve tok bir şekilde başlayabiliriz. Örnek vermek gerekirse bugünlerde İstanbul'da Teknopark İnşaat İşçileri ücretlerini almak için günlerdir hem patronun hem de devletin kolluk gücünün baskısına uğruyorlar. Mekan üzerinde yapılan dönüşümler emekçi mahalleleri olduğuna göre ilişkiyi buradan kurarak mücadelenin büyümesine katkı koyabiliriz. Çalışma hayatında yaşadıkları sömürü yetmiyormuş gibi bir de kendi yaşam alanlarından zorla koparılıp atılıyorlar. Bu işçilerin çalışma alanında yaşadıkları sömürüyü kendi yaşam alanlarıyla birleştirebilirsek insanca yaşayabileceğimiz kentleri yaratabiliriz diye düşünüyorum. Kent hakkımızı sınıf mücadelesinden başka bir şekilde kazanma şansımız var mı?
David Harvey, kentleşme süreçlerinin sınıfsal okumasını yaparak kentsel hareketlilikler ile sınıf mücadelesi arasındaki organik ilişkiyi anlatan çok sayıda çalışma yapmıştır. Bu kapsamda Ekümenopolis belgeselinde yer yer değinilen “kent hakkı”nın mücadelenin temel bir taşı olduğu gerçeği ortaya çıkıyor David Harvey kent hakkı için şöyle bir tanımlama yapmaktadır:“Kent hakkını talep etmek, kentleşme süreçleri ve kentlerimizin yaratılma ve yeniden yaratılma biçimleri üzerinde bir tür şekillendirici güç sahibi olmayı radikal bir şekilde talep etmektir”.
Anlatılan bizim hikayemiz olduğuna göre bu kent bizi yutmadan harekete geçelim.