GİRİŞ
Yüksek eğitim, iş garantisi, dolgun ücret, işte özerklik, toplumsal saygınlık vb. özellikler çağrıştıran mühendislik, mimarlık, doktorluk, avukatlık, öğretmenlik gibi nitelikli emek alanlarında yaşanan dönüşüm, meslekler konusundaki güncel tartışma başlıklarından birisini oluşturuyor. Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de eğitimli işgücü arasında işsizlik oranının yükseldiğini, güvencesizleşmenin bu kesimde de kaygı ve korku yarattığını, onlarca meslek hastalığı ve kimi zaman ölümle sonuçlanan ağır çalışma koşullarını yalnızca günlük gazete haberlerini tarayarak bile görmek mümkün artık. Gazeteler günde 150-200 hasta bakan, sürekli hasta yakınlarının şiddet tehdidi altında çalışan, yoğun mesai koşullarına dayanabilmek için kullandıkları ilaçlardan hayatlarını kaybeden doktorlarla; atanamadıkları için hamallık, temizlik, inşaat işçiliği yapan, 2007-2012 yılları arasında 30 intihar vakasıyla gündeme gelen öğretmenlerle; doktorasını bitirdiği anda kendisini kapı önünde bulacak akademisyenlerle; işsizlik oranlarındaki hızlı yükseliş hem TMMOB’nin araştırmalarıyla hem de İş-Kur’un açıkladığı rakamlarla ortaya serilen, iş kazalarında her geçen gün daha fazla ölen mühendislerle ilgili haberlerle dolup taşıyor.
Tarihsel olarak yöneticilik vasfıyla, üretimin yönetimi/denetimi görevleriyle tanımlanan mühendisler, bilgilerinin değersizleşmesini, karar verici niteliklerini ya da özerkliklerini yitirmeyi acaba diğer meslek üyelerinden daha mı sarsıcı yaşıyorlar?
İşsizliğin, güvencesizliğin, olumsuz çalışma koşullarının bireysel sorunlar olmanın ötesine geçerek yaygınlaştığı bu ortamda, nitelikli emek alanında yaşanan bir “işçileşme” sürecine işaret etmek gerek. Hali hazırda ücretli çalışmakta olanların koşullarındaki bir dönüşümü anlatan işçileşme kavramını tartışırken, ücret, fazla mesai vb. çalışma koşullarındaki gerilemelere dikkat çekmekle yetinmeyip, ayrıntılı iş bölümüne tâbi olma, işin parçalanması, otomasyonu, rutinleşmesi, işte özerklik kaybı, vasıfların değersizleşmesi gibi emek sürecindeki değişimleri açığa çıkarmak da büyük önem taşıyor çünkü zihin emeğinin yaşadığı dönüşümün özgül yanlarını ortaya koymak için bu bilgilere ihtiyacımız var.
Mühendisler söz konusu olduğunda zaman zaman aklıma şöyle sorular takılıyor: Tarihsel olarak yöneticilik vasfıyla, üretimin yönetimi/denetimi görevleriyle tanımlanan mühendisler, bilgilerinin değersizleşmesini, karar verici niteliklerini ya da özerkliklerini yitirmeyi acaba diğer meslek üyelerinden daha mı sarsıcı yaşıyorlar? Bu nedenle meslekçilik ideolojisi bu kesim arasında daha fazla mı rağbet görüyor? Meslekler sosyolojisinde, bu tür mesleklerin tanımlayıcı noktalarından birisi olan “kamu yararı” düşüncesi rekabet koşullarının tozu dumanı içinde yitip giderken, bilgisinin kendisine yüklediği sorumlulukla işini kaybetme korkusu arasında sıkışmış bir mühendisin ikilemi, işçileşmenin özel bir görünüşü olarak yorumlanabilir mi? Kolaylıkla çoğaltılabilecek bu tür soruların, zihin emeğinde yaşanan dönüşümün el emeğinin proleterleşmesi süreciyle ortak ve farklı yanlarının saptanabilmesi ve buradan yola çıkılarak, farklılıkları göz ardı etmeyen ortak bir emek mücadelesinin oluşturulması için önemli olduğunu düşünüyorum. Nitelikli emek alanlarının yeni konumlanışlarına uygun örgütlenme ve mücadele önerileri geliştirebilmek için, öncelikle yaşanan dönüşümü tüm boyutlarıyla kavramak gerekiyor. Bu amaçla, bu yazı kapsamında mühendislik alanındaki işçileşmeyi farklı görünümleriyle kısaca ortaya koymaya çalışacağım.
Mühendislik Emek Sürecinin Dönüşümü
Mühendislik ve Emek Süreci
Büyük yapıların, köprülerin, sulama sistemlerinin inşası gibi mühendislikle ilişkili faaliyetler eski çağlardan bu yana var olmakla birlikte, modern anlamıyla mühendislik mesleği kapitalizmle birlikte ortaya çıkmıştır. Mühendisliğin kapitalist üretim sistemi açısından stratejik önemi, göreli artı değer üretimindeki işleviyle ilintilidir. Marx (2011: 392), göreli artı değer üretimini “Genel olarak söylenecek olursa, göreli artık değerin üretilmesi yöntemi, emeğin artan üretkenliği ile işçiyi aynı zaman aralığında aynı miktarda emek harcayarak, daha fazla üretimde bulunabilecek hale getirmekten ibarettir” biçiminde tanımlar. Emek üretkenliğini arttırmak, bilim ve teknolojinin üretime uygulanması ve emek sürecinin organizasyonu ile mümkün olur ve her iki nokta da mühendisin üretimdeki işleviyle doğrudan bağlantılıdır. Üretimde kullanılan teknolojinin gerek geliştirilmesinde, gerek üretiminde, gerekse uygulanmasında mühendis emeğine ihtiyaç doğar. Ayrıca üretim sürecinde üstlendiği denetim ve yönetim gibi görevler de mühendis kimliğinin ayrılmaz bir parçasını oluşturur.
Göreli artı değer üretimini artırmak için atılan (ve rekabet dolayısıyla her sermayenin atmak zorunda olduğu) adımlar, emek sürecinin doğasını değiştirir. Üretimin ayrıntılı bir işbölümüne uğradığı ve emek sürecinin tamamen sermayenin denetimine girdiği koşulları Marx, sermayenin emek üzerindeki gerçek boyunduruğu olarak adlandırmıştır. Göreli artı değeri geliştiren tüm girişimler, gerçek boyunduruk koşullarını derinleştirir.
Kapitalizmin erken dönemlerinde el emeği kapsamındaki emek türleri üzerinde sermayenin boyunduruğu oluşmuşken, mühendis emeğinin de içinde olduğu zihin emeği görece bağımsızlığını, ücretli çalışanlar arasındaki ayrıcalıklı konumunu sürdürmüştür. Nitekim 1900’lü yılların başında mühendislerle ilgili görüşler dile getiren Frederick W. Taylor ve Thorstein Veblen’in yazılarına bakıldığında, birbirine zıt kabullerden yola çıkarak zıt çıkarımlara varmış olsalar da her ikisinin de mühendisi, teknik bilgisi dolayısıyla ayrıcalıklı olan, yöneticilik vasfıyla tanımlı bir kimlik olarak ele aldığı görülür. Taylor’un işin planlanması ve tasarımı ile uygulamasını ayrıştırdığı bilimsel yönetim ilkelerinde mühendis, üretimin bilgisini elinde tutan bir yöneticidir; bakış açısı ve çıkarı, sermayenin bakış açısı ve çıkarlarıyla tamamen uyumludur. Veblen ise Taylor’un aksine, mühendis ile sermaye arasında bir çelişki olduğu görüşündedir. Mühendis üretkenliğin temsilcisidir; fakat Veblen’in “işe gelmeyen mülk sahipleri” adını verdiği ve aylaklıkla suçladığı kapitalist sınıf, kârlılığını sanayi üretiminin, dolayısıyla toplum ihtiyaçlarının (çünkü Veblen’e göre toplumun maddi refahı sanayi sisteminin iyi işlemesine sıkı sıkıya bağlıdır) önünde tuttuğundan, finansal amaçları öyle gerektirdiğinde üretimi geciktirebilir, kapasitenin altında yapabilir ya da hiç yapmayabilir. Böylelikle mühendisin üretken potansiyeli sermayece engellenmiş olur; çelişki buradan kaynaklanır. Bu noktada Veblen, sermayenin rasyonelleriyle çatışma içinde gördüğü mühendislerin, üretimdeki belirleyiciliklerinden kaynaklanan güçlerini kullanacakları bir “teknisyenler sovyeti” oluşturmalarını ve sermayeye karşı verilecek mücadelede öncü görevi üstlenmelerini salık verir.
Taylor’un Bilimsel Yönetimin İlkeleri çalışmasını yayımladığı 1911 ve Veblen’in Mühendisler ve Fiyat Sistemi kitabını yazdığı 1921 yıllarından bu yana geçen yaklaşık 100 yıl içinde, mühendisin üretim sürecindeki konumunun epeyce değiştiğini belirtmek gerekir. Her iki yazar da mesleğin henüz işsizliğe yol açacak kadar kitleselleşmediği (dünyada ilk mühendis işsizliği 1929 bunalımından sonra yaşanmıştır), mühendis dendiğinde akla üretimde yönetici ya da bilimsel araştırmalarda bilim insanı kimliğiyle çalışan kişinin geldiği bir dönemde bu düşünceleri dile getirmişlerdir. Ancak zaman içinde, mühendislerin geliştirdikleri teknolojilerin mühendis emeğini de ikame edecek araçlar üretmesiyle, bu mesleğin üretim sürecindeki konumu sarsılmıştır. Özellikle dijital teknolojilerin, bilgisayarların ortaya çıkışıyla zihin emeğinin parçalanarak bilgi teknolojilerinin araçlarına aktarılması bu noktada büyük önem taşır. Önceden mühendisin işlevi olan ve mühendis emeğini nitelikli kılan birçok iş artık bilgisayar programları tarafından yapılabilmektedir (Bilgisayar Destekli Tasarım (CAD), Bilgisayar Destekli İmalat (CAM) benzeri sayısız örnek). Bir diğer nokta, bu tür programları teknik bilgisi dar bir alanın pratiğiyle sınırlı kişilerin de rahatlıkla kullanabilmesidir. İlgili vasıfların değersizleşmesi sonucunu doğuran bu süreçte, makinenin el emeğinin yerini alması gibi bilgisayar programlarının da zihin emeğinin yerini aldığı görülmektedir.
Burada uzmanlaşma, belli bir alanın derinlemesine bilgisini edinmek anlamında değil, bir alanın bölünmüş alt parçalarından birisinde uzmanlaşmak suretiyle o alan konusunda yetersizleşmek anlamında karşımıza çıkar.
Bilim ve teknolojinin üretime uygulanması, basit kol emeği ile yüksek nitelikli kafa emeği arasında birçok ara iş ortaya çıkarmıştır. Bu ara basamaklarda mühendisler de yoğun olarak istihdam edilmiş, dolayısıyla mühendis salt yöneticilik ya da araştırmacılıkla tanımlanan kimliğinden uzaklaşmıştır. Mühendislik görevlerinin rasyonelleştirilmesi, başka bir deyişle parçalanıp dijital araçlara aktarılarak standardize edilmesi, rutinleşmiş işleri yerine getirmekten sorumlu mühendisler ortaya çıkarmıştır. Henri Lasserre’in, Fransa’da mühendisin değişen konumunu ortaya koyabilmek için iki büyük firmada çalışan mühendislerle yaptığı alan araştırmasında, görevlerin parçalanması ve işin rutinliği mühendislerce önemli bir şikâyet konusu olarak dile getirilmiştir:
Burada her şey fazlasıyla parçalı; verilerin tanımlanması işine bile katılmıyoruz. Hiçbir araştırma yapmama gerek bırakmayan kurallar dayatıp duruyorlar. Hiçbir şey öğrenmiyorum (…)
Şu anki standardizasyon eğilimi sayesinde, artık fikir geliştirmiyoruz. (…) İş her geçen gün daha az enteresan oluyor, yöneticilerse giderek daha fazla kuralcı. Gelecek için endişeliyim çünkü her şey kodlanmış, kurallara bağlanmış, baskıcı hale gelecek; oysa önceden daha özgürdük, yalnızca müşterinin talepleri bizi bağlıyordu. Bu kuralları koyarak bizden alabileceklerinin en iyisini almaya çalışıyorlar, herkesin aynı şekilde düşünmesini sağlayarak daha fazla para kazanmak istiyorlar.
Lasserre’in araştırmasına katılan mühendisler görevlerinin parçalanması, işlerinin giderek artan şekilde kodlanması, iş üzerinde inisiyatif ve kontrol kaybı yaşamaları dolayısıyla, çalışmalarına ilişkin bir değersizleşme duygusu taşıdıklarının altını çizmişlerdir (Lasserre, 1989: 133).
Değersizleşme olgusu üzerinde biraz daha durmak, nedenlerini açığa çıkarmaya çalışmak nitelikli emek alanındaki işçileşmeyi kavramak açısından önemlidir. Sosyolog Bernard Barber (1996: 46), mühendislik, doktorluk, avukatlık vb. meslekleri tanımlayan ana noktalardan birinin “yüksek derecede genel ve sistematik bilgi” olduğunu belirtir. Oysa işin parçalanması olgusu, daralan alanlarda uzmanlaşmayı beraberinde getirerek genel ve sistematik bilgiyi ortadan kaldırır. Burada uzmanlaşma, belli bir alanın derinlemesine bilgisini edinmek anlamında değil, bir alanın bölünmüş alt parçalarından birisinde uzmanlaşmak suretiyle o alan konusunda yetersizleşmek anlamında karşımıza çıkar. Belli bir işi parçalayıp standardize etmenin emek gücü açısından sonucu vasıf kaybına uğrayarak emeğinin değersizleşmesi olurken, sermaye açısından sonucu emeği ucuzlatmak, kolaylıkla ikame edilebilir hale getirmek, böylelikle emeğe olan bağımlılığını azaltmak olur.
Ayrıntılı işbölümü ve otomasyonla şekillenmiş bugünkü üretimin gereksindiği bilginin, genel ve sistematik bir bilgi olmaktan çıktığını Peter F. Drucker’ın şu sözleri açıklıkla ortaya koymaktadır:
Bugünkü bilgi, sonuçlara odaklanmış enformasyondur. Sonuçlar kişinin dışındadır (yani bilgi insanın kendisi için değildir, başka bir deyişle insanın kendisi için olan bilgi, bilgi değildir). Bugünün bilgisi genel ilkelerden yoksun. Spesifik ve uzmanlaşmış bir şey. Öğrenme olmaktan çok tecrübe, formel eğitimden çok uygulamalı eğitim (Drucker, 1993: 71-72).
Temel mühendislik eğitimi almış bir mühendisin bir uygulama alanının özel bilgisini çalışma hayatı içinde edinmesi, yani çalışanın “iş öğrenme süreci” artık sermayece bir yük olarak görülmekte, hazır beceriyle gelenler yeğlenmektedir.
Drucker’ın sözünü ettiği türden bilginin günümüz çalışma dünyasındaki en somut karşılığı mühendislik meslek alanında da son derece yaygın olan sertifika eğitimleridir. Bugün özgeçmişinde uzunca bir sertifika eğitimleri ve firma içi eğitimler bölümü bulunmayan mühendis yok gibidir. Bir sonraki bölümde ayrıntılı değinilecek olan işsizlik sorununun mühendisler için de önemli bir sorun haline gelmesi, iş bulma konusunda yaşanan kıyasıya rekabet, yeni mezun mühendisler başta olmak üzere tüm mühendisleri, kendilerine bu eğitimlerle “değer katmaya” yöneltmiş, bir anlamda zorunlu bırakmıştır. Yabancı dil ve bilgisayar programları alanlarındaki yaygın (ve yaygınlaştığı ölçüde ayırt ediciliğini yitirerek değersizleşen) eğitimlerin yanı sıra, meslek alanının parçalanmış alt dallarında uzmanlaşmaya dönük eğitimler de söz konusudur. Sözgelimi tesisat alanında Mekanik Tesisat, Doğalgaz İç Tesisat, Havalandırma Tesisatı, Yangın Tesisatı, Soğutma Tesisatı, Klima Tesisatı gibi uygulama alanlarına göre özelleşmiş belgelendirme eğitimleri bulunmaktadır. Bu belgeler piyasanın işleyiş mantığı uyarınca bir zaman sonra ilgili alanlarda çalışabilmenin koşulu haline gelmektedir. Temel mühendislik eğitimi almış bir mühendisin bir uygulama alanının özel bilgisini çalışma hayatı içinde edinmesi, yani çalışanın “iş öğrenme süreci” artık sermayece bir yük olarak görülmekte, hazır beceriyle gelenler yeğlenmektedir. Kuşkusuz sermayenin bu “talepkârlığına” olanak sağlayan en önemli faktör işsiz sayısındaki artıştır; işsizlik, sürekli yenilenen eleme mekanizmaları oluşturulmasına zemin hazırlamaktadır.
Bu noktada, mühendislik alanında bir süredir tartışılan “yetkin mühendislik” konusuna da değinmek gerekir. Özetle, mühendislik yetkisi için üniversite eğitiminin yeterli olmadığı, bu yetkinin üniversite sonrası belli bir süre iş alanında deneyim kazanıldıktan sonra bir sınavdan geçerek alınması gerektiği anlamına gelen yetkin mühendisliği, son dönemde Türkiye’de eğitim ve istihdam alanında yaşanan bütünsel dönüşümlerden, sermayenin nitelikli emeğe yönelik denetim politikalarından kopuk yorumlayamayız. Üniversitelerin mühendislik eğitimindeki ya da mesleğin icrasındaki kimi sorunların, ne eğitimi ne işi denetleyen, onun yerine işgücü arzı ve istihdam koşulları üzerinde denetim kurmayı amaçlayan yetkin mühendislik uygulaması ile giderileceği beklenmemelidir. Yetkin mühendisliğin, mühendislik emek gücü ve emek süreci üzerinde yaratacağı etkiler değerlendirildiğinde, bu uygulamanın sermaye açısından iç içe geçmiş birçok avantajı bir arada sunduğu görülmektedir: Bir yandan sermayenin hazır bilgi ve beceriye sahip işgücü ihtiyacını karşılayacaktır. Bir yandan üniversite sonrası bir eleme kriteri olarak işlev görecek, yetkinlik sıfatına sahip olmayan mühendislerin değersizleşmesine, ucuz işgücüne dönüşmesine yol açacaktır. Bir yandan mühendis emeğinin uluslararası düzeyde standardizasyonunu sağlayacak; standartlaşmış emeğin ikame edilebilirliği, çok fonksiyonlu çalıştırılabilirliği, esnek çalıştırılabilirliği artacaktır. Bir yandan, zorunlu tuttuğu çalışma süresi boyunca sömürüye açık bir mühendis kitlesi oluşturacaktır. Bir yandan da bu alan, tıpkı sertifika eğitimleri gibi bir yatırım alanına dönüşerek eğitimin piyasalaşması sürecine katkı yapacaktır.
Görüldüğü üzere, gerek işe giriş gerekse işi icra süreçlerinin çeşitli mekanizmalarla tamamen sermayenin denetimi altına alınmak istendiği gerçek boyunduruk koşulları mühendislik mesleği için de oluşmuş bulunmaktadır.
Türkiye’de Mühendislik
Türkiye’de nitelikli emek açısından gerçek boyunduruk koşullarının başlangıç noktası 1980 sonrası benimsenen birikim stratejisindedir. Nitelikli emek gücünün işçileşmesi, 80 sonrasının ücretleri baskılayan, sosyal hakları gerileten, emeği örgütsüzleştiren politikalarıyla başlamış, 2001 krizi sonrası derinleşmiştir. 2001 krizinde her 3 mühendisten birinin işini kaybettiği belirtilmektedir (Bilişim Alanının Değerlendirilmesi ve Bilişim Alanında Örgütlenme, 2009: 14).
80 sonrası mühendislik alanını dönüştüren en önemli gelişme, özelleştirme politikaları olmuştur. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra, sanayi ve altyapı alanlarındaki tüm yatırımların devlet eliyle yapılması, Türkiye’de mühendislik mesleğinin doğuşunu ve kurumsallaşmasını milli kalkınma çabalarına, devletin iktisadi teşekküllerine bağlı kılmıştır. Mühendis, uzun yıllar boyunca, bu büyük ölçekli kamu yatırımlarında yönetici konumunda bir çalışan olmuştur. Özel sektörün teşvik edildiği bir sanayileşme hamlesinin yaşandığı 60’lı yıllarda, kendi özel işletmelerini kuran girişimci mühendisler ya da kurulan özel firmalarda kamudan gelen deneyimleri sayesinde üst pozisyonlarda kendilerine yer bulan ücretli mühendisler ortaya çıkmaya başlamış olsa da 80’lere kadar ne kitlesel bir işsizlik sorunu ne de işçileşmenin diğer görünümleri mühendisler için geçerli olmuştur. 80 sonrasında kamunun tasfiye edilmeye başlanması, mühendislik alanında özel sektörde ücretliliğe doğru net bir kayış yaratmıştır. Nitekim TMMOB’nin 1998 ve 2009 yıllarında yaptığı iki araştırma da mühendislerin yaklaşık yüzde 80’inin özel sektörde ücretli olarak çalıştığını göstermektedir. [1]
Mühendislik emeğinin yaratıcı niteliğinin ortadan kalktığı çalışma hayatlarına mecbur kalmak, mühendislik emek sürecinde daha baştan yaşanan bir değersizleşme haline işaret değil midir?
1990’lı yıllarda Türkiye’de mühendislik açısından önemli sonuçlar doğuran bir diğer gelişme, bilim ve teknolojinin üretime daha yoğun olarak uygulanması olmuştur. “Teknolojik yenilik, teknoloji politikaları oluşturma, yüksek katma değerli ürün üretme” söylemlerinin yaygınlaşması, üretimde sermaye yoğun alanların önem kazandığının bir göstergesidir ve 2000’li yıllar bu eğilimi pekiştirmiştir. Berrin Yaşot’un Türkiye’de Birikim Sürecinin Değişen Yapısının İstihdam ve Eğitimdeki Yansımaları başlıklı çalışması, 1997-2007 yılları arasında (1997 yılı 100 kabul edilirse) tüketim malı üretiminin 100’den 109.7’ye, ara malı üretiminin 100’den 145.5’e, yatırım malı üretiminin ise 100’den 186.4’e yükseldiğini ortaya koymaktadır (2009: 18). Ara malı ve yatırım malı üretiminin tüketim mallarından daha hızlı bir artış içinde olduğu görülmektedir. Nurhan Yentürk ise 2000-2005 arasında geleneksel ihracatçı sektörler olan tekstil, giyim, deri, kömür üretimi, mobilya sektörlerinde üretim artmazken, 1980-2005 arasında en hızlı üretim artışının haberleşme cihazları sektöründe olduğunu, ikinci sırada ise taşıt araçları üretiminin geldiğini belirtmektedir (2008: 44). 2002-2006 arasında en yüksek büyüme görülen ilk dört sektör olan büro makineleri ve radyo-tv cihazları yüksek teknolojili, taşıt araçları ve makine teçhizat sektörleri ise orta-yüksek teknolojili endüstriler grubunda bulunmaktadır (Ercan, Gültekin-Karakaş, Tanyılmaz, 2008: 244). Kısacası, teknoloji düzeyi yüksek sektörlerde üretimin giderek artması, önümüzdeki dönemde nitelikli/teknik emeğin önemini daha da arttıracak ve bu alanlarda uluslararası rekabete katılmak, nitelikli emeğin sermayeye maliyetini azaltacak önlemleri beraberinde getirecektedir.
Bilim ve teknolojinin üretimde daha fazla yer alması mühendislik mesleğinin emek sürecini elbette dönüştürmüştür; ancak ne yazık ki Türkiye’de mesleğin icrasındaki dönüşümleri ortaya koyan alan araştırması benzeri çalışmalar henüz yapılmamıştır. Bu eksiklik, bu alanda Türkiye’ye özgü durum/sorunların saptanmasını güçleştirmektedir. Örneğin; teknoloji düzeyi yüksek alanlarda üretim artsa da, bu üretimin halen ağırlıklı olarak ithal girdiye ve teknoloji transferine bağımlı olması, teknoloji üretiminin zayıflığı, Türkiye’de mühendislik mesleğini şekillendiren önemli faktörlerden biri olsa gerektir. Özgür Narin’in Teknolojik Değişim: Türkiye’de Üretim Araçları Üretimi (1996-2005) başlıklı çalışmasında, teknolojik değişim açısından öne çıkan üç sektör olan makine imalatı, otomotiv ve elektronik sektörlerinin (üçü de mühendislerin yoğun olarak çalıştığı sektörlerdir) teknoloji üretimi açısından zayıf olduğuna dikkat çekilmektedir (2008: 405-408). Mühendisin üretimdeki işleviyle doğrudan ilintili olan teknoloji üretimindeki zayıflık, mühendis sayısının sürekli artışıyla birleştiğinde, birçok mühendisi satış, hizmet, bakım gibi alanlara, vasıf düzeyinin altında istihdama, meslek dışı çalışmaya yöneltmekte ya da yabancı dilde yazılmış dokümanları anlayıp uygulamaktan ibaret, mühendislik emeğinin yaratıcı niteliğinin ortadan kalktığı çalışma hayatlarına mecbur bırakmaktadır. Bu durum, mühendislik emek sürecinde daha baştan yaşanan bir değersizleşme haline işaret değil midir?
Yine mühendislik alanında Türkiye’nin son on yılına özgü bir diğer gelişme, inşaat mühendislerinin emek sürecinde yaşanan dönüşümdür. 2000’li yıllarla birlikte kentlerin ve doğanın hızla sermayeleştirilmesi, inşaat alanını büyük kapitalist işletmelerin faaliyet gösterdiği bir alan haline getirmiştir. Öncesinde büyük sermayenin kısmen sınırlı, proje bürolarının, KOBİ düzeyinde firmaların yaygın olduğu inşaat sektörü, TMMOB’nin her üç araştırmasının da gösterdiği gibi, mühendislerin firma sahipliğine en fazla yöneldiği sektördür; imalat sanayinde ücretli çalışma biçimi yaygınken, inşaat sektöründe mühendislerin büyük kısmının küçük bürocu/işveren olarak faaliyet gösterdiği saptanmıştır. Oysa bugün inşaat mühendisliği, mühendislik alanları içinde sömürü oranı en yüksek; proje başına istihdam edilme, taşeron firmalarda çalışma gibi esnek çalışma biçimlerinin en yaygın olduğu; çalışma saatlerinin uzunluğu, hafta tatili vb. hakların kısıtlanması, ücretlerin düşüklüğü, iş kazalarının yaygınlığı gibi en olumsuz çalışma koşullarına sahip alanlardan birisine dönüşmüştür. Baş döndürücü bir hızla yaşanan bu dönüşüm, adeta, metalaşmanın bir emek süreci üzerindeki sonuçlarını bir çırpıda gözler önüne seren bir laboratuvar deneyini andırmaktadır.
* : Atölyemiz üyelerinden Elif Aksu Kaya'nın bu yazısı Sosyal Araştırmalar Vakfı'nın yayımladığı Emeğin Kitabı isimli derlemede yer almıştır. (Sf 590 - 603)
[1] TMMOB’nin bugüne dek mühendis-mimarlar hakkında sayısal veriler sunan üç önemli araştırması olmuştur. Bunlardan birincisi 1975 yılında Mimarlar Odası’nın başlattığı, 1976’da tüm TMMOB üyelerini kapsayacak şekilde genişletilen, sonuçları Ali Artun imzasıyla yayımlanan “Fordizmin ve Mühendisin Dönüşümü” başlıklı çalışmadır. İkincisi Ahmet Öncü ve Ahmet Haşim Köse tarafından 1998 yılında İstanbul, Kocaeli, Denizli, Gaziantep, Diyarbakır illerinde toplam 3783 mühendisle anket yoluyla yapılan araştırma olup, “Kapitalizm, İnsanlık ve Mühendislik – Türkiye’de Mühendisler, Mimarlar” adıyla 2000 yılında kitaplaştırılmıştır. Son araştırma ise hem TMMOB üyeleri hem de üye olmayanlar arasında anket yoluyla yapılan ve “Türkiye’de Mühendis-Mimar-Şehir Plancısı Profil Araştırması” adıyla 2009 yılında yayımlanan araştırmadır. Yazı kapsamında üç araştırmanın da sunduğu sayısal verilerden tarihleri belirtilerek alıntı yapılacaktır.